Toplumsal
olaylarla ilgili belki de en sağlıklı değerlendirmeler, o
toplumsal olayın tamamlanıp sonuçlarının tam olarak ortaya
çıkmasından sonra yapılan değerlendirmelerdir.
21.
yüzyılın hemen başında Türkiye’de gerçekleşen sosyal ve
siyasal olaylar, belki de etkisi yüzyılın sonuna kadar ve hatta
gelecek yüzyılda da devam edecek nitelikte olaylardır. Konuyla
ilgili şimdiden kesin yargı/yargılar ortaya koymak gerçekten çok
güç gözükmektedir. Ancak Türkiye’de son 10 yılda gerçekleşen
siyasal olaylar ve buna bağlı gelişen sosyal olayların
halihazırda ortaya çıkardığı ve kısa vadede ortaya çıkaracağı
muhtemel gelişmelerle ilgili ön kestirimlerde bulunabilir.
Bu
siyasi olayların başlangıcı olarak 2002 yılında AK Parti’nin
iktidara gelmesini kabul etmek mümkünse, asıl dönüm noktasının
da geçtiğimiz Ağustos ayında gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı
Seçimi’ olduğunu söylemek gerekmektedir.
Bu
çerçeveden bakıldığında, cumhurbaşkanlığı seçiminin
Türkiye’nin siyasi, sosyal, ekonomik, askeri ve stratejik
durumlarında ciddi bir değişim yaşadığı/yaşayacağı
değerlendirmesi yapılabilir. Çünkü söz konusu seçim, bazı
ilkleri barındırmaktadır. Bu ilk’ler, iç ve dış
konjonktürel gelişmeler bağlamında olabildiğince geniş
çerçevede değerlendirmeden söz konusu seçimin Türkiye’yi
hangi yönde ve nasıl etkileyebileceğini de ortaya koymak güç
olacaktır.
Öyleyse,
cumhurbaşkanlığı seçimini değerlendirebilmek için dış
konjonktürden başlayarak tüm etmenleri, ana hatları ile ele almak
gerekmektedir.
Küreselleşme
ve Ulus Devlet’e itirazlar
Fransız
İhtilalı ile ortaya çıkan kavramlardan birisi de milliyetçilik
olmuş ve milletçilik akımları sonucunda ulus devletler ortaya
çıkmıştır. Milliyetçilik kavramı ve sonrasında başlayan
akım, Osmanlı gibi çok etnik yapılı devletlerin parçalanmasına
yol açmıştır. Bu yeni durumun altyapısını ise modernizin
ortaya koyduğu ulus devlet anlayışı oluşturmuştur.
20.
yüzyılın ikinci yarısından sonra modernizme yöneltilen
eleştiriler, post-modernizmi doğurmuş; post-modernizm anlayışı
da dünyaya yeni kavramlar ve yeni kurumsal yapılar getirmiştir ve
genellikle de modernite sonucunda oluşan toplumsal yapılara
itirazlar ile şekillenmiştir. Post-modern yaklaşım, bir taraftan
yeni kavramlar ve yeni olgular teklif ederken diğer taraftan da
modernizm sonucu ortaya çıkmış olan toplumsal yapıları
eleştirmiştir. Post-modernizm, yeni olarak, ‘zamanda ve mekanda
sıkışmayı’ ifade eden ‘küreselleşme’ kavramını, yani bilgi,
sermaye ve teknolojinin sınır tanımadan dünyaya dolaşımını
teklif ederken modernizm etkisi ile oluşan/oluşturulan ulus
devletlerin varlığını özellikle sermayenin sınırsız
dolaşımındaki en büyük engel olarak görmeye başlamıştır.
Hal böyle olunca da ulus devletlerin modasının geçtiği
düşüncesini yaymaya başlamıştır.
21.
yüzyılın hemen başında özellikle Batılı ülkelerin
sermayedarlarının hedef olarak seçtikleri ülkelerde ulus
devletlerin var olduğu görülecektir. Bu durum, ulus devletleri,
sermayenin dolayısıyla sermaye ile ilişkili veya ilintili tüm
süreçlerin en büyük engeli olarak görmüş ve yeni bir dünya
düzeninin kurulması gerektiğini ve bu yeni dünya düzeninde de
ulus devletlere yer olmadığını vaaz etmeye başlamıştır.
Sermayenin hedefindeki bölgenin/bölgelerin her yönüyle en kritik
noktasında ise Türkiye vardır.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ve Modernite
I.Dünya Savaşı’ndan (birinci paylaşım savaşı olarak
adlandıranlar da vardır) sonra Osmanlı Devleti’nin küllerinden
doğan genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti, egemenlik kurduğu
toprakları üzerinde ‘kültür milliyetçiliği’ olarak
tanımlanabilecek bir kimlik inşasına girişmiş ve milleti bilim,
sanat, teknoloji… kısaca her alanda çağın gerekleri
doğrultusunda yükseltmeyi ülkü edinmiştir. Bu yönüyle
değerlendirildiğinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, çağın
kabul gören ‘ulus devlet’ anlayışına göre şekillendirildiği
söylenebilir. Osmanlı Devleti’nin çok etnikli yapısının
uzantılarının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin benimsediği
‘kültür milliyetçiliği’ potasında buluşturulması ve anayasa
ile vatandaşlık bağı ile devlete bağlanması sağlanmıştır.
Post-modernizmle birlikte, ulus devletlere yöneltilen toplumsal yapı
merkezli eleştirilerin odak noktasını da zaten bu oluşturacak ve
etnik kimlik moda haline getirilerek aynı kültür ve inanç
potasında birleşen farklı etnik kimlikler, sözde kendi
kendilerini yönetme hakkı elde etme adına birbirlerini yok
etmeleri körüklenecektir.
Kısaca
post-modern yaklaşımın öngördüğü yeni dünya düzeninin
kurulması ve buna bağlı olarak sermayenin yayılmacılığının
önünün açılabilmesi için, bu yayılmacılığı engelleyecek
her unsura karşı o unsurun zayıflıklarını kullanacak yeni
argümanlar geliştirilmekte ve ulus devletler de kendi payına
düşeni almaktadır.
Yeni’
Kavramının Türkiye’de yükselişi
Türkiye’de
2002 yılında yapılan seçimlerden birinci parti olarak çıkan AK
Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi), beklenenin aksinde iktidarının
ilk yıllarında Türkiye’nin mevcut durumunda radikal bir değişim
yapmadan/yapamadan/yapmaya çalışmadan hükümet etmiştir.
2007
genel seçimlerden yine birinci parti olarak çıkması ve hükümeti
kurma görevini üstlenmesinden hemen sonra özellikle Türk dış
politikasında ‘yenileşme’ adına radikal bir değişime imza atmaya
başlamıştır. O dönemlerde -bazı kaynaklara göre Amerika’daki
düşünce kuruluşları tarafından Türkiye’ye önerilen görüş;
bazı kaynaklara göre Türkiye’nin o güce ulaşmadığı,
dolayısıyla kendi isteği ile harekete geçmesi sonucu- ‘Yeni
Osmanlıcılık’ kavramı ülkenin gündemine oturmuş, özellikle
dış politikadaki her adımın çerçevesini neredeyse bu ‘Yeni
Osmanlıcılık’ kavramı belirler olmuştur. Kavramın ‘New
Agressive Ottoman’ biçimindeki orijinal haline bakıldığında
birinci iddiayı dillendirenlerin de haklı olabileceği ihtimali
kuvvetledir. Çünkü ABD’nin aynı dönemde daha da üzerinde
yoğunlaştığı BOP (Büyük Ortadoğu Projesi), ‘Türkiye’nin de
artık bölgesel bir güç’ vurgusunu barındırmakta ve AK Parti
Hükümeti, bu vurguyu ‘gönüllü olarak kabullenmenin’ ötesinde,
bunu pekiştirici nitelikteki tüm gelişmelerde ‘rol’ almayı
arzulamıştır.
‘Yeni
Osmanlıcılık’ düşüncesi, bir taraftan dış politik bakışın
çerçevesini belirlerken bir taraftan da iç politikada toplumsal
ayrışmanın ilk uç veren unsuru olmuştur. Çünkü, cumhuriyet
‘elitleri’nin Osmanlı’nın top yekun ‘kötü’ iddiasına karşı
muhafazakar kesimin top yekun ‘iyi’ yaklaşımının, bu kavramla
birlikte bir devlet politikası olarak desteklenir gibi
algılanması/gösterilmesi, cumhuriyetin kazanımlarını koruma
adına birinci grubun bakış açısını daha da bilerken,
radikalize ederken; ikinci kesimin kısmen tevatüre dayalı ‘iyi’
algısı ‘mükemmeldi’ye evirilmeye başlamış ve daha fanatik
olarak savunmaya itmiştir.
Ancak
burada daha ilginç olan ‘yeni’nin artık her alanda kullanılır
olması ve genel geçer bir akçe olarak toplum tarafından kolayca
kabullenilmesidir.
Çünkü,
CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) Genel Başkanı Deniz Baykal’ın ‘bir
tür skandal’ ile görevinden ayrılmak zorunda kalması/bırakılması,
Cumhuriyet ile özdeşleşmiş bir partinin de bu ‘yeni’den nasibini
alacağının ilk işaret fişeğini oluşturmuştur. Gerçekten de
daha sonraki süreçlerde CHP’ye bakıldığında ‘eski’ye dair ne
varsa yavaş yavaş ‘terk edildiği’, sürekli ‘yeni’ adımların
atıldığı bir gelişme gözlemlenmektedir.
Cumhurbaşkanını
halkın seçmesi süreci adayları ve akmpanyalar
AK
Parti’nin ikinci dönem hükümet etme görevini üstlenmesinden bir
süre sonra Anayasa’da yapmak istediği değişiklikler, 21 Ekim
2007
tarihinde halk oylamasına sunulmuş ve oylamaya katılan
vatandaşların yüzde 68’nin ‘Evet’ oyunu alarak yürürlüğe
girmiştir. ‘Cumhurbaşkanını halkın doğrudan seçmesini’ de
öngören bu yeni değişiklikle birlikte Türkiye’de ‘yeni’lik adına
en büyük adımlardan biri daha atılmıştır. Abdullah Gül’ün
Cumhurbaşkanlığı adaylığı ile başlayan ‘Cumhurbaşkanlığı
seçimi krizi’ bu yeni yasayla birlikte aşılmış olunuyordu; ancak
yasanın hazırlanmasından sonraki süreçte 28 Ağustos 2007’de
Cumhurbaşkanı seçilen Abdullah Gül’ün görev süresinin eski
yasanın öngördüğü üzere 7 yıl olması ve yeni kabul edilen
yasanın Cumhurbaşkanlığı görev süresinin 5 yıl ile
sınırlaması, bir bilinmezliği ve dolayısıyla yeni bir krizi
doğurmuştu. Anayasa Mahkemesi’nin konuyla ilgili ‘Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün 7 yıllığına seçildiği ve 7 yıl görevde
kalacağı’ yönündeki kararı ile bu kriz de aşılmıştır.
Referandum sonucu gerçekleşen Anayasa değişikliği Türkiye
Cumhuriyeti siyasi tarihinde
ilk kez bir cumhurbaşkanı doğrudan halk oylaması
belirlenecektir. Kabul
edilen değişikliklerden diğerleri ise, cumhurbaşkanının görev
süresinin yedi yıldan beş yıla indirilmesi ve bir kişinin en
fazla iki defa bu göreve seçilebilmesiydi.
Ancak,
28 Ağustos 2007 tarihinde yedi yıllık bir dönem için Türkiye
Cumhuriyeti‘nin
11. Cumhurbaşkanı olarak seçilen Abdullah
Gül‘ün
görev süresi ve dolayısıyla bir sonraki seçimin tarihi, 21 Ekim
2007 tarihinde düzenlenen referandumda kabul edilen anayasa
değişikliği nedeniyle tartışmalı hale gelmişti. Anayasa
Mahkemesi,
15 Haziran 2012 tarihinde, Cumhuriyet
Halk Partisi tarafından,
6271 sayılı kanunun bazı hükümlerinin iptali istemiyle açılan
davayı esastan karara bağladı. Yüksek Mahkeme, Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün görev süresinin 7 yıl olduğuna ve ikinci kez
aday olabileceğine karar verdi.
11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresinin sona ermesiyle
birlikte halk oylamasıyla yeni cumhurbaşkanının seçimine ilişkin
çalışmaları Yüksek Seçim Kurulu kamuoyuna açıklamıştır.
YSK, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur oylamasının 10
Ağustos 2014 Pazar günü yapılmasına; seçimin ikinci tura
kalması durumunda ise ikinci oylamanın 24 Ağustos 2014 Pazar günü
yapılmasına karar vermiştir. Yurt dışında yaşayan Türkler
için bulundukları ülkede oy kullanma tarihleri ilk tur için 31
Temmuz-3 Ağustos tarihleri arası, ikinci tur için ise 17-20
Ağustos 2014 olarak açıklanmıştır.
Yeni
Türkiye ve başkanlık seçimi
Yüksek
Seçim Kuruludan (YSK) 6 Mayıs 2014 günü yapılan açıklama,
seçim takvimi ve sürecine ilişkin yol haritasını açıklamıştır.
Buna göre Cumhurbaşkanlığı seçim süreci 29 Haziran 2014 Pazar
günü başlamıştır; aynı gün adaylık başvuruları, 3 Temmuz
2014 Perşembe günü mesai bitimine kadar devam etmiştir. 11 Temmuz
günü kesin aday listesinin Resmi Gazete’de yayınlanmasıyla
propaganda dönemi de başlamıştır.
Cumhuriyet
Halk Partisi lideri Kemal
Kılıçdaroğlu ve Milliyetçi
Hareket Partisi
lideri Devlet
Bahçeli,
16
Haziran 2014 tarihinde TBMM‘de
düzenledikleri ortak basın toplantısıyla Ekmeleddin
İhsanoğlu‘nu
çatı aday olarak gösterdiklerini açıklamışlardır.
Halkların
Demokratik Partisi (HDP)
30 Haziran 2014 tarihinde düzenlediği basın toplantısı ile
partinin cumhurbaşkanı adayının HDP Eşbaşkanı Selahattin
Demirtaş olduğunu
açıklamıştır. AK Parti ise 1 Temmuz 2014 tarihinde düzenlediği
bir tören ile Adalet
ve Kalkınma Partisi‘nin
cumhurbaşkanı adayının AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan olduğu
açıklamıştır.
Seçim
sonuçları
Cumhurbaşkanlığı
için ilk oylama, 10 Ağustos 2014 Pazar günü gerçekleştirildi.
Birinci tur oylamasında adaylardan birinin salt çoğunluğu
sağlayan oyu alamaması durumda ikinci tur oyalama tarihi olarak 24
Ağustos 2014 günü tespit edilmişti; ancak ilke oylama sonucunda
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin cumhurbaşkanı adayı AK Parti Genel
Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçerli oyların
yaklaşık yüzde 52’sini alarak cumhuriyet tarihinin halk tarafından
seçilen ilk cumhurbaşkanı olmuştur.
Adaylar
ve aldıkları oy dağılımı şöyle:
Aday
|
Destekleyen
partiler
|
1.
Tur
|
|||
Oy
sayısı
|
%
|
||||
21.000.143
|
51,79
|
||||
15.587.720
|
38,44
|
||||
3.958.048
|
9,76
|
||||
Toplam
geçerli oy
|
40.545.911
|
|
|||
Toplam
geçersiz oy
|
737.716
|
|
|||
Toplam
oy kullanan seçmen
|
41.283.627
|
|
|||
Kayıtlı
seçmen
|
55.692.841
|
|
|||
Seçime
katılma oranı
|
|
74,13
|
Seçim
kampanyalarının değerlendirilmesi
Cumhurbaşkanlığı
seçimi için adayların kesinleşmesinin ardından propaganda
sürecinin başlamasıyla, bu değerlendirmenin önceki bölümlerinde
ifade edilen ‘yeni’ler ve ‘ilk’ler de yaşanmıştır. Bu ‘yeni’ler
ve ‘ilk’lerin en belirgin tezahürleri de AK Parti Adayı Recep
Tayyip Erdoğan’ın seçim stratejisinin omurgasını oluşturduğu
ifade edilebilir. Erdoğan’ın söylemlerinin temelini ‘Yeni Türkiye’
sloganı oluşturmuştur. Bu ‘yeni Türkiye’nin altını doldurmak
ise gerek televizyonlardaki tartışma programlarına katılan ve AK
Parti’yi açıktan destekleyen konuşmacılar, gerekse iktidara
yakını bir yayın çizgisi izleyen gazetelerdeki köşe yazarlarına
düşmüştür. ‘Yeni Türkiye’nin alt başlıkları arasında
kamuoyunda en çok tartışılan konulardan bir tanesi de ‘Başkanlık’
sistemi olmuştur. AK Parti propagandacıları, söylem bilimin bütün
ustalıklarını kullanarak ‘ilk defa cumhurbaşkanını halkın
seçmesi’ ile kalınmayacağını; “cumhurun kendisine ‘Başkan’
seçeceğini” sürekli olarak işlemişlerdir. Bu söylemin
açıkça ifade edilmeyen/edilemeyen yan söylemlerinde ise
Türkiye’nin artık bir yol ayrımında olduğu, Yeni Türkiye’nin
başkanlık ya da yarıbaşkanlık sistemine geçmesi gerektiği, bu
bağlamda federalizmin kabul edilebilir olduğu iması yatmaktadır.
Bir
yandan bu tartışmalar devam ederken diğer taraftan da AK Parti’nin
cumhurbaşkanı adayı Erdoğan, ‘eski cumhurbaşkanlarına
benzemeyeceğini’, cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda
‘cumhurbaşkanının tüm yetkilerini kullanacağını; mesela,
bakanlar kuruluna başkanlık edebileceğini’ belirtmiştir. Bu tür
söylemlerin toplamı, artık ‘eski Türkiye’nin olmayacağının,
‘yeni Türkiye’nin geleceğinin açık göstergesi olarak
değerlendirilebilir.
Bir
başka ‘yeni’ söylemi kullanan aday ise Halkların Demokratik
Partisi (HDP) adayı Selahattin Demirtaş idi. Demirtaş da seçim
kampanyasını ‘yeni’ler ve ‘yenilikler’ üzerine inşa etmiştir.
Söylemlerinde artık ‘eski Türkiye’nin olmayacağını, ‘yeni
Türkiye’nin geleceğini, ancak bunun AK Parti adayı Erdoğan’ın
betimlediği Türkiye de olmayacağını ifade etmiştir. Gerçekten
de seçim kampanyası bakımından en ‘yeni’ci olarak Demirtaş’ın
kampanyası değerlendirilebilir.
Cumhuriyet
Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)’nin ortak
cumhurbaşkanı adayı olarak gösterdikleri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun
seçim kampanyasının ‘cılız’ kaldığı söylenebilir.
İhsanoğlu’nun seçim kampanyasının odağını ise, son 10 yıldır
Türkiye’nin iç siyasal değişimi paralelinde tezahür eden etnik
ve mezhepsel ayrışmaları önleyici ya da yeninden inşa edici bir
söylem olarak ‘birliğe, dirliğe’ atıfta bulunan sloganlar olduğu
ifade edilebilir. İhsanoğlu’nun söylemlerinde ‘yeni’ye dair bir
ifadenin yer almayışı, rakip adaylar tarafından ‘eski Türkiye’nin
devamı’ ithamlarına maruz kalmıştır.
Bu
seçim kampanyalarının söylemlerinin ve etkilerinin, yukarıda
ifade edilen sonuçlarının yanında ve henüz
görülmeyen/görülemeyen başka etkileri de olmuştur. Recep Tayyip
Erdoğan isminin, ‘tek lider, güçlü lider, milli lider’ gibi ifade
edilebilecek zihinsel kodları toplumun geniş kesimlerinin
bilinçaltına yerleşmesi/yerleştirilmesi bu etkilerden biridir.
Daha önce PKK’ya yakınlığı ile bilinen Selahattin Demirtaş
ismi, Türkiye’de sol yelpazede siyaset yapan ve isteyenlere ‘solun
yeni umudu’ olarak aşılanmıştır; diğer taraftan da geçmişi
‘PKK ile doğrudan ilintili olan bir kişinin’ toplumun diğer
kesimlerinde meşruiyet kazanması sağlanmıştır.
Cumhurbaşkanlığı
seçiminin sonuçları ile ilgili partiler düzleminde yapılacak
değerlendirmeler ise AK Partinin ‘en örgütlü siyasal parti’
gerçeğini bir kez daha kanıtlamıştır.
Cumhuriyet
Halk Partisinin ‘seçim kazanma adına her türlü açılımı
yapabilecek bir zihinsel atmosfere büründüğünün’ somut
göstergesi olmuştur. Ancak bu ‘her türlü açılım’ın sonucunda
da CHP tabanından ciddi bir kayma olasılığını da gözler önüne
sermiştir.
Milliyetçi
Hareket Partisi açısından ise bir ‘Lider’ sorunu tartışması
başlatılmak istense de bu kadük kalmıştır; 10. Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer’in aday gösterilmesi ve seçilmesi sürecinde
yaşanan parti içi muhalefetin Ekmeleddin İhsanoğlu’nun
adaylığında aynı hararetle yaşanmadığı gözlenmiştir. Bu
durum, iki aday arasındaki kişilerin ideolojik arka planlarından
kaynaklandığı söylenebilir. Ancak MHP teşkilatlarının
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçim kampanyasında ‘aktif’ olarak
bulunmamaları da bir yönüyle ‘adayın taban tarafından
onaylanmadığı’, diğer yönüyle de ‘Genel Merkezin seçim
çalışmasına ciddi olarak asılmadığı’ şeklinde
değerlendirilebilir.
Sonuç
olarak bugün gelinen noktada AK Partinin Cumhurbaşkanı adayı
Recep Tayyip Erdoğan, oyların yüzde 52’sini alarak Türkiye’nin
12. Cumhurbaşkanı olmuştur.
Recep
Tayyip Erdoğan’ın liderlik
özellikleri
,Erdoğan’ın
gücü ve karizması nereden kaynaklanıyor? Türkler onu neden
seviyor?
Recep
Tayyip Erdoğan iradesini çok güçlü bir şekilde kullanan,
yılmayan, her durum ve şartta strateji ve taktik geliştirebilen ve
daima gündemi kendi belirleyerek , kendine ve halkına güvenen bir
lider olmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan, halkı arkasına alarak
mücadele eden ve başarılı olan bir liderdir. Türkiye’de
sokaktaki insanda ‘Erdoğan bizden biri’ duygusu olgusu mevcuttur.
Türkiye’deki sosyolojik değişime destek vermiştir. En önemli
özellikleri
, partisine sahip olmasıdır. AK partide kimse Erdoğan’a karşı
çıkamaz. Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’un fakir mahallesinde
yetişmiştir. Kasımpaşa gibi çeşitli sınıfların, farklı
unsurların, orta hallinin, fakirin, Yahudi’nin, Müslüman’ın,
Karadenizlinin, İstanbullunun bir araya geldiği bir yerde
yetişmiştir. Lider politikacıların içinde çok önemli bir yanı
vardır. Hitabet dili için kendisini iyi yetiştirmiş ve Türkçesi
çok düzgün. Bu da siyasette çok önemli bir etkendir.. Halkla
müthiş bir diyalog kuruyor ve bu önemli bir siyasi karakterdir.