

Okulların açıldığı haftayı ilköğretim haftası olarak kutlamaktayız. İlköğretim dönemi öğretim kademeleri içerisinde en önemli basamaktır. Bu dönemde çocuklarımız, temel beceriler kazanır. Okuma yazma becerisinin kazanıldığı dönemdir. Ayrıca, alışkanlıkların temelini oluşturan davranışların kazanıldığı dönemdir. Öğrencilerimiz bu dönemde kazandıkları becerileri hayatlarının diğer dönemlerinde hatta öğrenim hayatı bittikten sonra bile davranış olarak gösterirler. Bu açıdan ilköğretim dönemi, öğrenim hayatını bir binaya benzetirsek temel bir dönemdir. Temel ne kadar sağlam olursa, üstüde o kadar sağlam olur. Bu dönemde öğretmenlerimiz; çocuklara öğretim becerisi yanında davranış da kazandırmakla yükümlüdürler. İyi ya da kötü alışkanlıkların birçoğu bu dönemde kazanılır.
İlköğretim kademesini önemli kılan, en önemli olay, okuma yazma becerisinin bu dönemde kazandırılmasıdır. Bir milletin okur yazar oranı yüksek olursa o millet kalkınır. Kendimize, ailemize, çevremize, ulusumuza, insanlığa yararlı olmak, öğrenim çağına başlamak, okuma – yazma öğrenmekle olur.
Okula gelmek, ondan yararlanmak insan hayatında çok önemli bir aşama ve başlangıçtır. Başlangıçlar o küçücük yüreklerde çarpıntılara sebep olur. Annesinin yanından belki de ilk defa ayrılacak olan çocuk da bir endişe, bir hüzün olur. Sınıf kapıları önünde ağlayan öğrenciler görürüz. Ama bu zaman çok kısa sürer. Bir süre sonra yanından ayrılmak istemediği annesinin değil, öğretmenin söyledikleri, çocuk için daha önemli olmaya başlar. Atatürk bir sözünde şöyle diyor: “İlk ilham; ana baba kucağından sonra, okuldaki öğretmenin dilinden, vicdanından, eğitiminden alınır.”
222 sayılı İlköğretim Kanununa göre ilköğretim, zorunlu ve parasızdır. Bu nedenle ilköğretim kurumlarının amacı ortaöğretim ve yükseköğretimden daha kapsamlıdır. (İlköğretim kurumları yönetmeliği 5. madde, a-ö bentleri) İlköğretimde öğrenciler oldukları gibi kabul edilir. İlköğretim okulunda başarıyı yalnızca derslerdeki notlara bağlı tutmak, çok da doğru değildir. Bu dönem öğrencilerin derslerdeki başarılarına bakıp eleneceği bir dönem de değildir. Yeteneklerinin ortaya çıkarılacağı bir dönemdir. Herhangi bir dersten sınıfta kalan öğrencinin durumunun ne olacağını bir düşünelim
Pratikte böyle bir durum pek yaşanmıyor
Ama bazen biz eğitimcilerden hemen itiraz geldiği de oluyor.
Çocukları, çalışmadan sınıf geçmeye tembelliğe alıştırıyoruz diye. Allahaşkına, ilköğretimden ayrılan bir öğrenci hayatta ne yapabilir. Şoför, berber, pazarlamacı sıvacı, boyacı hangi mesleği yapabilir, düşünelim. Hiçbirini yapamaz. Zaten çocuk bunun farkında bile değildir. Eğitimci olarak şunu da biliyoruz ki; okuma yazma bilen her çocuk öğrenir. Daha az başarılı olan öğrencilerimiz ya aile ya çevre yâda okulların daha az ilgisinden başarısız olmaktadırlar. Başarısız çocuk yoktur. Çocuğa karşı ilgisiz aile, ilgisiz okul, ilgisiz çevre vardır. İmkân tanındığında bütün çocuklar başarılı olur. Biz öğretmenlerimizin davranışları, çocuklarımız üzerinde anne babadan daha da etkilidir. Sınıf öğretmenleri yani bizler ilköğretim okullarında çocuğun gözünde bir modeliz. Öğretmenin hal ve hareketlerini öğrenci taklit olarak alır. Sınıf içerisindeki diğer öğrencilere karşı davranışlarımız çocukların iç dünyalarında biz farkında olmadan fırtınalar estirebilir.
Atatürk’ün, Türk milletine hedef olarak gösterdiği, çağdaş ülkeler seviyesine ulaşmanın tek yolu, toplumun eğitilmesinden geçer. Kalkınma ve gelişme, çağdaşlaşma eğitim ile olur. Bize yaşam boyu gerekli olan bilgi ve becerilerin temeli de ilköğretimde atılır. Temel sağlam olursa binada sağlam olur.
Cep telefonunuzu evde unuttunuz
Daha da kötüsü, cep telefonunuzu kaybettiniz
Çaldırdınız
Suya düşürdünüz
Eyvah eyvah!
Ya da internetiniz gitti
Yok, bağlanamıyorsunuz bir türlü
Ya modemde bir sorun var, ya bilgisayarda ya da hatlarda
Bu gün internet yok ve ne zaman düzeleceğini de bilmiyorsunuz
Eyvah eyvah!
Akşam belli ya da belirsiz bir saatte eve gittiniz
Günün yorgunluğunu alacak,sağlam bir duşun ardından televizyonun karşına geçip ,kumanda elinizde zap yapıp duracaksınız
Var mı böyle bir keyif be!..Ama o da ne televizyonuz çalışmıyor ya da “no signal“ yazısı geliyor ekrana
O da olmadı “şak” diye elektrikler kesildi.Hemen aradınız “Elektrik Arıza” yı “trafo patlamış” yarın akşama kadar elektrik verilemeyecekmiş
Eyvah eyvah!
***
Hiç şüphe yok ki teknoloji iyi bir şeydir
Elbette iyi amaçlarla kullanılması kaydıyla
Çağımız teknoloji çağı ve teknolojik gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerliyor
Bir zamanlar fantezi olarak değerlendirilen şeyler bu gün hayallerimizin de ötesinde bir şekilde kullanımımıza sunuluyor
İnternet ile anında her türden bilgiye ulaşırken, dünyanın her yerini evlerimize, işyerlerimize, bulunduğumuz mekânlara getiriyoruz
Yirminci yüzyılın en büyük icadı ve hatta devrimi olan “cep telefonu” ile yapabildiklerimizin ve yapabileceklerimizin sınırı yok
Teknoloji bu yönüyle iyidir hastır da
İşin bir de maliyet tarafı var
Daha doğrusu sosyal maliyet yönü
Bağımlı olduk
Teknolojiye bağımlı hale geldik ve bu bağımlılık öylesine nüfuz etti ki teknolojiyle giderilecek ihtiyaçlarımızı tatmin etmediğimizde resmen krizler geçiyoruz
Hani eroin bağımlıları için “Eroinman” denir ya yeni nesil bağımlılığın adı da “Teknoman” olacak herhalde
Teknolojiye karşı çılgıncasına bu bağımlılık kesinlikle normal değil
Zaman zaman çarpıcı örnekler görebiliyoruz, henüz 4-5 yaşında bir çocuk bilgisayar oyununda başarısız olunca çılgına dönüyor, ağlıyor, çığlıklar atıyor, sinir krizleri geçiriyor
Hatta kimileri klavyeleri monitörleri parçalıyor
Cep telefonunu tuvalette bile yanında bulunduran insan sayısının oldukça fazla olduğu inancındayım
Teknoloji, iletişim kurmak, bilgilenmek ya da sadece masumca eğlenmek gibi amaçlarla kullanılmıyor artık
Belki de sadece bu amaçlar için üretilmiyor demek gerekirdi
Sonuçta bu bir pazar ve daha fazlasını satmak, daha fazla kazanmak adına üretici psikolojisini etkilemek ekonomik manada sorun teşkil eden bir durum değildir. İşin içine para kazanmak, daha çok kar elde etmek girince tüm kurallar değişiyor ne yazık ki
Tehdit tüm dünya halkları içindir aslında
Teknolojinin böylesi bağımlılık yaratan, insan sağlığına ciddi zararlar veren bir “Teknoman” toplum yapısı ortaya çıkardı
Ve daha vahim olan ise bu dejenerasyon devam ediyor
Ülkemizin turizm potansiyeli yüksek olup, her tarafı buram buram tarih okuyor. İnsan gezdiği zaman bakmaya kıyamıyor, bir tarafta Karadeniz yaylaları, diğer taraftan Akdeniz’in, Ege’nin o muhteşem turistik denizle buluşan plajları berrak denizleri, kültür turizmi olarak tarih kokan şehzadeler şehri Amasya, Çorum’un Hattuşaş’ı ,dünyada ilk barajın yapıldığı tarihi Alacahöyük, diğer taraftan Frigler’in uygarlık izleri görülen Afyonkarahisar’ın İhsangazi ilçesi, Eskişehir’in Han ilçesindeki tarihi Yazılıkaya anıtı, daha ülkemizin birçok yerinde bulunan ismini sayamadığımız tarihi eserler zenginliği. Özellikle yayla turizmi açısından Ordu’nun Çambaşı yaylası, Giresun Kovanlık, Paşaoğlu konağı yaylası, Trabzon’un Haçkalı yaylası, Trabzon’un Uzungöl’ü,yüzlerce yayla.
Karadeniz Bölgesinde Giresun’dan yaylalara girdiğinizde; Rize’ye kadar hep yayla. Her gittiğimi yerde bu güzelim ülkemiz yerlerini neden yerli ve yabancı turist yeter kadar gelmiyor diye düşünüyorum. Bürokrasi hep birbirinden şikayetçi, kısaca herkes birbirinden şikayetçi. Ortada çözüm yok. Hiç unutmam belgesel çekim yaparken Trabzon Beşikdüzü ilçesi sahilinde bir grup Alman karavan turist kafilesi ile karşılaştım. Türkçe tercümanları kanalıyla kamera kayıtlı bir söyleşi yaptım. Kafileye ilginç bir sorum oldu. Siz burayı nasıl buldunuz. Elinizde rehber tanıtım kitapçığınız mı var? Yoksa kendiniz mi buldunuz? Biz burayı tesadüfen bulduk dediler. Almanya’da basılan elimizdeki üçbin kişilik dünya karavan turizm rehberinde Türkiye’de beş yer var. Karadeniz’de hiçbir yer gösterilmiyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı onlarca tanıtım kitapçığı ve broşür bastırıyor. Bunlar bize ulaşmıyor. Türkiye yeteri kadar tanıtılmıyor. Tanıdığınıza bu formu verinde bu katalogda turizme hitap edenler yer alsınlar.Tabi bunlar anlatılınca, ben dura kaldım.Hayretler içerisinde kaldım. Demek ki ülkemiz yeteri kadar tanıtılmıyor. Ülkemiz turizm cenneti ama, yeter kadar tanıtım yapamıyoruz. Japonya’dan, Çekoslovakya’dan kilometrelerce uzaklardan ülkemize gelerek Çorum’un Hattuşaş’ı geziyorlar. Biz kendi ülkemizdeki tarihi zenginlikleri ve güzelliklerini göremiyoruz. Demek ki ortada bir sorun var. Sorun ekonomik mi? Yoksa alışkanlık mı? Biraz düşünmek lazım. Demek ki turizmi hep ihmal ediyoruz. Turizm gelirlerinden o yöre halkı faydalanamıyor. Kendi güzelliklerimizi ve turizm değerlerini kendi halkımıza dahi tanıtamamışız. Bu gerçekten acı bir durum. Hiç unutmam! Niksar eski Belediye Başkanı İdris Şahin şu gerçeği ne kadar güzel söylüyor.
” Budapeşte gezisinde gördüğüm zaman nüfusları onar milyondur. Ziyaret eden nüfus sayısı 200 milyondur. Şu anda biz 20 milyon turist geldi diye şapkayı havaya atıyoruz. Turizm konusun da bu konulara daha çok eğilip tarihi dokuyu çok iyi korumalıyız.
Biz buna Niksar olarak çok önem veriyoruz.” İşte turizm konusunda Türkiye gerçeği. Türkiye’de turizmle ilgili görüşleri nedeniyle kamuoyunun dikkatini çeken turizmci ve Kemer İşadamları Derneği Başkanı Ali Nail kılıç şunu söylüyor; “Turizm milli politika olarak algılanmalı diyerek, turizmde ki bürokrasi anlayışını ortaya koyuyor. Turizmde temel politikalar önemli. Temel politikaları doğru koymak lazım. Temel politikalardan birisi de Türkiye’nin artık turizmi milli politika olarak algılaması gerekir.
Türkiye’de bakanlıklar tüm hükümet dönemlerinde paylaşılır. En son turizm bakanlığı düşünülür. Oda turizmle ilgisiz, alakasız kişilere verilir. Halbuki turizm Türkiye için her manada önemlidir. Türkiye’nin geleceğini belirleyecek, 40-50 sektörü direkt ilgilendirecek bir yapısı var. Türkiye’de hala hükümetlerin ve devletin turizm konusunda, okullarda yerli malı kutlanması gibi angarya bir yaklaşım var. Mısır’da turizm bakanı var, adam turizmci aileden geliyor,.uluslararası turizm okumuş, uluslararası turizm konjonktürünü yakından takip eden birisi, rekabeti ve rekabet koşullarını biliyor. Bu işler bu şekilde yürür.
Sokma akılla, birtakım insanların yönlendirilmesi ile bakanlık turizmin önünü açamaz, strateji belirleyemez. Dünyada uluslararası ekonomi anlam değişikliğinden dolayı, ekonomi çok önemli hale geldi. Evet ülkemizin turizme bakışı böyle. İşte turizme bakış gerçeği kimsenin kimseye bir şey demeye ihtiyacı yok. Bu turizm bakış anlayışının değişmesi dileğiyle.
Eskiden bir olayın yankısı günler, aylar sürerdi. Şimdi birkaç güne düştü. Hatta bir güne. Bazen birkaç saate. Sürekli gündem değişiyor. İnanç ve sabrımız gereği her şeyi hayra yorduğumuz gibi onu da hayra yoruyor, bunda da bir hayır var deyip geçiyoruz.
Eskiden köylü haberi şehirliden alırdı. Ne haber deyince bizden ne haber olsun, haber sende şehirden gelmişsin diyorlardı. Şimdi bakıyorum da köylülerin şehirlilerden aşağı kalır yanları yok. Meselelere yaklaşımları daha tutarlı. Daha gerçekçiler. Bilinçlenme köyden başlıyor gibi geliyor. Bunda da bir hayır var.
Eskiden yani dost kelimesinin de hortumlanıp içinin boşaltılmasından öncesini kastediyorum. Dostluklarda da sevgilerde de daha bir samimiyet vardı. Şimdi de sohbet yapıyoruz adı varda eski tadı yok. Ne bileyim işte sanki yüzler aynı değil, bakıyorsun gözler aynı değil. Herkes birbirine sermaye ve malzeme gözüyle bakıyor. Bilek gücü yürek gücü, vicdan gücü hepsi birer yalan olmuş. Varsa cüzdan gücü, seçim zamanında da oy gücü vs. Ye kürküm ye devri halâ hüküm sürüyor. Ne yalan söyleyeyim sitem ediyorsam da şikayetçi değilim. Çünkü bunda da bir hayır olduğuna inanıyorum.
Nice hayırlar vardır ki şerleri çıkarır ortaya serer dört bir yana. Bilseniz de bilmeseniz de bir öyküyle bağlayalım isterseniz yazımızı. Bugün Cumartesidir. Hiç olmazsa tatiliniz hoş ve güzel geçsin.
“Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
“Bunda da bir hayır var!”
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:
“Bunda da bir hayır var!”
Kral acı ve öfkeyle bağırdı: “Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?” Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü şeyler geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.
“Haklıymışsın!” dedi. “Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum. Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi.” “hayır” diye karşılık verdi arkadaşı.
“Bunda da bir hayır var.”
“Ne diyorsun Allah aşkına?” diye hayretle bağırdı kral.
“Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir.”
“Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene?”
Yoo elbette her işte bir hayır var derken üzerimize düşeni yapmaktan geri kalmak yok. Ancak insanüstü acelecilikle, kraldan fazla kralcılıkla, hayali bile aşan gerçekçilikle! hareket edipte kendimizi aldatmaya gerek yok. Yinede bakmayın öyle her şeyin toz duman görünüp gösterildiğine vardır her işte bir hayır. Öyle değil mi? Biraz düşünsenize hangi şer işlerden kimbilir kaç bin hayır çıkmıştır.
Haber: İlker ÇAKAN
Kocaeli Valiliği- Gençlik ve Spor Müdürlüğüne bağlı Gençlik Merkezine üye bir grup genç Çorum’a gelerek, Çorum’un tarihi ve turistik yerlerini gezdiler. Gezi sonrasında Kocaelili gençler Çorum Valisi Nurullah Çakır’ı makamında ziyaret etiler. Ziyaret sırasında bir konuşma yapan Çorum Valisi Nurullah Çakır şunları söyledi; “Gezi programınızda Çorum’u tercih ettiğiniz için size teşekkür ederim. İnsanlar gezdikleri hiçbir zaman yerleri unutmazlar.” Daha sonra Çorum Valisi Nurullah Çakır ziyarete gelen gençlere ve öğretmenlerine çeşitli hediyeler verdi.

Sağlık sektörü kabuğunu kırmanın ötesine geçti. Son dönem yapılan düzenlemelerle birlikte Avrupa standartlarının üzerinde hastanelere kavuşur olduk. Antalya da bu değişimden nasibini alan öncelikli illerin başında geliyor. Özellikle Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi bu konuda lokomotif olduğunu belirtmeliyim. Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin de yüklendiği misyonun altını çizmek gerekir. Sektörün yükünü omuzlayanlar arasında özel hastaneler arasında sivrilen Medical Park Hastanesi bulunuyor.
Antalya ekonomisine can veren turizm ve tarımı önümüzdeki dönem destekleyecek en önemli sektörlerin başında sağlık gelmektedir. Geçen hafta yeni kurulacak olan üniversitelerle birlikte eğitim ve turizme yakın bir diğer sektörün sağlık olduğunu ifade ettim.
Bu değişimi yakından gören sağlık sektörünün yatırımcıları Antalya’yı da mesken tutmuş durumda.
Dünya kenti olmanın verdiği avantajı en iyi kullananların başında kuşkusuz sağlık sektörü geliyor. Ülke genelinde en fazla göç alan illerin başında gelen Antalya coğrafik yapısı, ulaşılırlık ve dünya kentleriyle olan bağlantısı nedeniyle bir çok işadamının iştahını kabartmakta. Hal böyle olunca eksik görülen boşluklar zamanla dolduruluyor. Turizm ve tarım sektörlerinin dışındaki bu büyüme yılın tüm aylarında yaşayan bir Antalya ortaya koymakta.
Akdeniz Bölgesi’nde büyüme trendi ile her geçen gün dikkat çeken Medical Park Hastanesi 30 bin metrekare kapalı alana sahip. Medical Park Hastane Kompleksi’nde; 84 Poliklinik, 84’ü Kalp Hastanesi’nde olmak üzere 249 yatağı, 4 Yoğun Bakım Ünitesi, Organ Nakli ve Kemik İliği Nakli ameliyatları standardında donatılmış, 10 ameliyathanesi ile 33 tıbbi branşta hizmet veriyor.
Medical Park Hastane Kompleksi bir yanda Organ Nakli, Kemik İliği Nakli, Medical Onkoloji, Radyasyon Onkolojisi, İmmünoloji gibi üst düzey tıbbi hizmet birimleri; diğer yanda Dermatoloji-Estetik Merkezi, Saç Nakli Ünitesi ve Diyetetik gibi birbirini tamamlayan birçok spesifik birimi aynı çatı altında toplayarak, sağlık hizmetlerini daha verimli hale getirmiş durumda.
Medical Park Hastanesi’nde günlük 30-35 ameliyatın yapıldığı göz önünde bulundurulduğunda hacmin büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır. Yaklaşık bin kişilik çalışanı ile sektörünün önemli bir ayağını oluşturuyor. Hastane Genel Müdürü Tarkan Ayçetin ile yardımcıları Derya Gani, Ümit Boncuklu, Şerif Köksal ve Mahmut Şahin başarılı çalışmalara imza atan ekibin kurmay heyetini oluşturuyor. Hastanenin Organ Nakli Bölüm Başkanı Profesör Dr. Alper Demirbaş ve ekibinin hastaneye kattığı marka değeri ve başarılarını da unutmamalı Alınan ödülleri, uluslararası belgeleri, akademik çalışmaları dip not olarak ekliyorum. Ama, en büyük ödül hasta memnuniyeti olsa gerek Hasta memnuniyeti yaşamış biri olarak Antalya halkı adına yürekten kocaman bir teşekkür,.saygılarımla.
2011 yılında memurlara yapılması gereken zam oranları belirlendikten sonra il-ilçe şube müdürleri, il milli eğitim müdür yardımcıları ile ilçe milli eğitim müdürlerinin son yıllarda olduğu gibi yine unutulduğunu düşünüyorum. Kabul edilen zam oranları şunu göstermektedir ki, 2011 yılında müdürlerin astları ile aralarındaki maaş farkı artarak devam edecektir. 375 sayılı KHK nin Ek3. maddesi kapsamı dışında bırakılan MEB eğitim yöneticilerine ek ödeme ödenmemesi bu mağduriyeti oluşturan en önemli öğedir. Bunu için; Derneğimiz (UEYDER) sendikalara faks çekme eylemi başlatmıştır. Üye olsun, olmasın tüm il-ilçe şube müdürleri, il milli eğitim müdür yardımcıları ile ilçe milli eğitim müdürleri demokratik bir tavır sergileyerek bunu desteklemelidirler.
Özellikle mali hak kayıplarına karşı duyarsız olmadığımızı göstermemiz gerekir. İllerde, ilçelerde alanımız ile ilgili olsun olmasın, kişi ve kurumların birçok problemini çözme noktasında yardımcı oluyoruz. Kendi problemlerimize ilgisiz kalmayalım! Ortada giderilmesi ile ilgili hiçbir emare bulunmayan bu görevleri yapan bizlere karşı haksız bir uygulama var. Haksızlık karşısında susmayalım! Bunu örgütlenerek gösterelim. Öncelikle derneğe üyelik konusunda daha duyarlı olalım. Kafamızdaki kaygıları bir kenara bırakmamız lazım. Ülkemiz eskisi gibi değil, daha demokratik. Üyelik konusunda çekingen davranmayalım.
Bugün maaşlarımızın astlarımızdan daha az hale gelmesinin nedeni yukarıda da belirttiğim gibi bizlere verilmeyen ek ödemedir. Öğretmen okul ve kurum müdürlerine her ay 288,01 TL şefler hariç diğer memurlara 282,36 TL, yardımcı personele ise 276,72 TL ödenmektedir. 2011 yılından itibaren ise bu rakamlara 80 TL daha eklenecektir. Ek ödemeye yapılan bu zam, üst ile ast arasındaki maaş farkını üst aleyhine günden güne arttıracaktır. 2011 yılında uygulanacak bu zamlardan sonra MEB de kurum içerisinde maaş hiyerarşisi daha da bozulacaktır. Aslında sıkıntı yalnızca ek ödeme de değildir. Özel hizmet tazminatının ve ek göstergenin de düzenlenmesi gerekir.
Bu ve benzer hak kayıplarımız ile ilgili olarak dernek yönetim kurulundaki arkadaşlarla Ramazan Bayramı’ndan sonra Ankara’da yetkililerle görüşmeler yapmayı planlıyoruz. Bakanlığımızın bürokratları, sendika temsilcileri, eğitim komisyonundaki milletvekilleri ile sorunlarımız ile ilgili görüşmeler yapacağız. Görüşmelerle ilgili sonuçları ve değerlendirmeleri, derneğimizin web sitesinden ve bu köşeden sizlerle paylaşacağız. Onun için derneğimizin başlattığı faks çekme eylemini desteklemenizi bekliyoruz. Faks metni http://tr.ueyder.org, adresinde yayınlanmıştır. Sendika merkezlerine adreste yayınlanan metni fakslayalım. Sendika başkanlarına taleplerimizi iletelim.
Toplu görüşme sonuçlarının değerlendirilmesi
2011 yılında şu bir gerçek ki sendikalar benim tahmin ettiğimden daha yüksek bir zam oranı aldılar. Geçmiş yıllar ile kıyasladığınızda zam oranı hiçte küçümsenecek gibi değil. Özellikle sözleşmeli personele, 2011 yılında verilecek zam oranı, aile yardımının hesaba katılması ile birlikte 200 TL yi geçmiştir. Bu yeterlidir, anlamı da hemen çıkarılmasın lütfen! Sadece tahminimi yazdım. Toplu görüşme priminin alınıyor olması, sendikaların büyümesi açısından da çok önemli bir başka kazanç. 3 ayda 45 TL toplu görüşme priminin sendika üyeleri için alınması demokrasimizin gelişmesi için önemlidir, diye düşünüyorum. Bu daha fazla memurun örgütlü olması demektir. Bunun için Memur-Sen ve Kamu- Sen’e teşekkür ediyorum.
Ancak; 2010 yılı toplu görüşme tutanağının, Ek-2 bölümünün kamu kurumlarına intikal ettirilecek konfederasyon talepleri başlığı altındaki 6. maddesinin k) bendinde; Öğretmen dışında Milli Eğitim Bakanlığı çalışanlarının (Hizmetli, memur teknisyen, v.b) görev tanımlarının yapılması ve yer değiştirme işlemlerinin düzenlenmesi konusunda bir çalışma yapılması, (Bu madde de il-ilçe Şube müdürleri, il milli eğitim müdür yardımcıları ile ilçe milli eğitim müdürleri niçin yok! vb’den kasıt müdürler mi?)
Ayrıca; Ek-3 te ilgili kurumların görüşleri alınarak sonuca göre değerlendirme ve çalışma yapılacak hususlar başlığı altında 6.) madde; Fazla mesai uygulamaları ile 375 sayılı KHK uygulanması konusunda ortaya çıkan sorunların giderilmesine ilişkin ortak çalışma yapılması (Bu madde ile ilgili sendikaların çalışmalarının takipçisi olacağız.)
Değerli; il-ilçe şube müdürleri, il milli eğitim müdür yardımcıları ile ilçe milli eğitim müdürleri, sendikalara ek ödeme ile ilgili talebimizi içeren ve dernek sitesinde yer alan yazıyı fakslayarak, demokratik tavrımızı sergileyelim.
Haber: İlker ÇAKAN

“Belediyemiz tarafından ilk defa vatani görevlerini yapmak üzere askere giden bu fidan boylu gençlere bu güzel geceyi düzenlemiş bulunmaktayız. Bu bizim, seçim 2009 beyannamemiz dede var idi böylece bu tahütümüzü de diğer tahütlerimiz gibi yerine getirmiş bulunmaktayız. Asker ocağı peygamber ocağıdır. Zaten bu görev herkese de nasip olmaz. Askerlik Türk vatanını, Türk devletini, Türk milletini korumak ve kollamak için harp sanatını öğrenmek ve yapmak yükümlülüğüdür. Bu yükümlülüğü yerine getirenlere de asker denir. Ne mutlu bu gençleri yetiştiren anne ve babalara, ne mutlu sizlere,ne mutlu bizlere, ne mutlu Türküm diyene.”

Bir ay boyunca Allah rızası için oruç tuttuktan sonra, ibadetlerimizi yapmış olmanın huzuru içerisinde Ramazan Bayramını kutluyoruz. Bayramlar; dostluk ve kardeşlik duygularının daha çok paylaşıldığı, küskünlerin barıştığı, eş, dost akraba ziyaretlerinin gerçekleştiği, milletimiz ve tüm Müslümanlar için müstesna günlerdendir. Ramazan Bayramının öncelikle, Ülkemize, Müslümanlara ve tüm insanlık âlemine barış, dostluk, bereket getirmesini temenni ediyorum.
Gurbette geçirdiğim her bayram sabahı şu düşünceler aklıma gelir; çocukluğumda, bizim evde bayram günleri bir gün önceden başlardı. Bir gün önceden hazırlanır, Kırıkhan’a dedemlere giderdik. Minibüste elbiselerimiz buruşacak diye annem bizlere yeni elbiseleri giydirmezdi. Heyecanla sabah namazını beklerdik. Sabah namazına giderken güzel elbiseler giyilirdi. Sabah namazına çoluk çocuk gider, camiye doluşurduk. Ah hutbeler yok mu? Çocukça ama bir an önce bitsin diye kapıya bakardım. Cami çıkışında bayramlaşırdık. Eve geldiğimizde sabah kahvaltısı bizi beklerdi. Ardından, mezarlık ziyaretleri yapılırdı. Babam, bizim oralarda bayram sabahları yollarda satılan murt çalıları vardır, onlardan alırdı. Akraba mezarlarının üzerlerine onları birer, ikişer diker ve sulardık. Yasin, okunurdu mezarların başında. Mistik bir hava oluşurdu. Babamın, en çok annesinin mezarı başında gözleri dolardı. Mezarlık ziyaretinden sonra bayramlaşmalar, harçlıklar, el öpmeler derken akşamın nasıl olduğunu bilemezdik.
Şimdi ben 9 yıldır bayramları gurbette geçiriyorum. Düşünüyorum da babam kadar da olamadım, tam 9 yıldır bayramlarda babamın mezarını ziyaret edemedim. Bayramlarda sıla_i rahim kısmet olmadı. Gurbette geçirdiğim her bayram sabahı bu düşünceler aklıma gelir. Bir burukluk yaşarım.
Birçoğumuz şimdi , “Nerede o eski bayramlar” diyoruz. Belki buna sebep zamandır, ya da yaşamın ta kendisidir. Biz mi değiştik? Yoksa bayramlar mı? Tabii değişen biziz, bayramlar değil. Değişen isteklerimiz, beklentilerimiz ve tabii ki hayat görüşümüz Birde bizim kuşak, çoğu bayramdan bayrama yeni kıyafetler alırdı. O kadar harçlığı bayramlarda bir arada görürdük. Öteki bayrama kadar anlatırdık. Şu kadar harçlık topladım, lunaparka gittik, şu akrabaları ziyarete gittik, diye. Şimdi öyle mi? Kıyafetler eskimeden yenisi alınıyor. Harçlık keza öylesine .
Ama yine de her çocuk için bayram aynıdır, aynı güzelliktedir. Bayramlar; O’nun için seker toplamak, harçlık almak, yeni kıyafetlerin alınmasıdır. Şuanın çocuğu olan kişi yarın büyüdüğünde o da aynı büyüklerimiz gibi bizler gibi hey gidi eski bayramlar diyecekler, bayramlar eskimez sadece bizler büyürüz..
Ama ne olursa olsun bayramlarımız yaşantımızda hep oldular ve ebediyen bundan sonrada hep olacaklardır.
Çocuklarımıza kültürümüzü öğretelim, onlara milli ve dini bayramların anlamını, önemini ve bayramlarda neler yapılması gerektiğini çok iyi öğretmeliyiz. Nesilden nesile kültür aktarımı ancak böyle olur. Çünkü geleneklerin, göreneklerin yazılı kuralı yoktur. Bu her millette böyledir. Unutmayalım ki, onlar yarının büyüğü olacak bizim yaşadıklarımızı yaşayacaklardır. Bugün bizim unuttuklarımızı, onlar yarın hatırlamayacaklardır. Bugün kaybettiğimiz değerleri onlarda yarın kaybedeceklerdir. Gün geçtikçe değişen bizler mi yoksa bayramlar mı diye sorup duracağız, hep aynı cevabı vereceğiz değişen bizleriz, bizleriz